Küba’nın bağımsızlık mücadelesi tabii ki Fidel ile başlamıyor. 1868 yılında başlayan ve 1959 yılında sonuca ulaşan çok zorlu bir süreç. Ama tabii bağımsızlığı kazanmakla da her şey bitmiyor, günümüze kadar da kazanımları korumak iiçin uğraşmışlar ama artık iflas ettiklerini söylemek doğru olacaktır.
İlk mücadele Carlos Manuel Cespedes ile birlikte İspanyollara karşı bir bağımsızlık mücadelesi ile başlıyor. 20 yıl boyunca yapılan savaşlar da “Grita de Yara” diye adlandırdıkları bağımsızlık yakarışlarını tüm dünyaya duyurmak istiyorlar ve esasında başarılı da oluyorlar. Kısıtlı güçlerine rağmen bir imparatorluğu sarsacak bir mücadele yaşanıyor burada. Hatta yaşananlar o kadar etkili oluyor ki II. Abdulhamit döneminde Osmanlı İmparatorluğunun dahi yaşananların Girit ayaklanması ile paralellik gösterdiği düşüncesiyle bir gözlemci yolladığı söylenir. Bu konuda Kübalı bir yazarın Türkçe’ye de çevrilen hoş bir kurgu romanını okumuştum, tavsiye edebilirim.
Cespedes yaklaşık 25 yıl mücadelesini sürdürdükten sonra bayrağı ülkenin en önemli kahramanı Jose Marti devralıyor. Daha 16 yaşındayken mücadele esnasında yakalanıp hapse düşen bu yazar ülkenin bağımsızlığını neredeyse kazandırıyor. Neredeyse dedim çünkü İspanyollar mücadeleyi kaybetmek üzereyken devreye o dönemde güçlenmeye başlayan ABD giriyor ve tüm şartlar değişiyor.
ABD’nin Küba sevdası 1905 yılında denizcilerinin ve daha sonra ki dönemde bir başkanının hayatına malolmuş. Küba bağımsızlık mücadelesini tam kazanmak üzereyken ABD ortalıkta gezinmeye başlıyor. Ne şanstır ki bu savaşa müdahil olabilmek için tam bahane ararlarken Küba açıklarında bekleyen “Maine” isimli bir gemilerinde bir patlama yaşanıyor ve 225 denizci hayatını kaybediyor ve bu bahaneyle olayın içine giriyorlar. Önce Küba karşılığında İspanya’ya 13 milyon dolar teklif ediyorlar ve İspanyollar bu rakamı kabul etmeyince savaşarak ülkenin bir manda haline gelmesini sağlıyorlar. Bundan sonraki süreçte de ABD güdümlü yönetimler ile yönetiliyor ada.
1940lı yıllar Batista’nın yükselme dönemi olmuş. Önce seçimle başa gelmiş ama 1952 seçimlerini kaybedeceğini anlayınca o zaman ABD’de yükselmekte olan Lucky Luciano ve Meyer Lansky önderliğindeki mafya ile anlaşıp bir darbe yapıyor. Yeni kurulan hükümet 2 hafta içinde hemen tanınıyor ama Küba halkı bunu hazmedemeyip çok başarılı genç bir avukat olan Fidel Castro’nun etrafında toplanıyor.
Fidel, Raul, Che ve Cienfuegos…
Fidel ve Raul ülkenin orta-üst sınıfına dahil zengin sayılabilecek bir aileden gelmekteler. Babaları ülkenin en önde gelen masonlarından birisi. Özellikle Fidel çok parlak bir karakter olmuş her zaman. 1944 yılında ülkede yılın en iyi atleti seçilmiş, ABD’de bir beysbol takımı ile ilk profesyonel sözleşme imzalayan Kübalı sporcular arasında ve daha sonraki yaşamında ise müthiş kabiliyetli bir avukat. 1956’daki bombalama olayından sonra yargı esnasındaki savunmasını herkesin okumasını tavsiye edebilirim, çok başarılı bir savunma…
Ernesto Che Guevera de la Serna ise Arjantin kökenli, tıp eğitimi almış, gene başarılı bir rugby oyuncusu. Onun da yaşamı Güney Amerika’yı motorla geçtiği bir seyahatten sonra tamamen farklılaşıyor. Güney Amerika kıtasında günümüzde de aynı geleneği devam ettiren, sırt çantasıyla kıtayı dolaşanlar genelde Arjantin ve Şİlililer. Che de böyle bir seyahatte yaşadıklarıyla hayatını değiştirecek kararlar alıyor. Bütün bunları yazmamdaki sebep, esasında bu adamların bu işlere soyunmasalar çok rahat yaşamları olacakken bir ideal uğruna hayatlarını vakfettiklerini göstermek.
Fidel ilk olarak Batista’ya karşı politik bir mücadeleye girişiyor ama sonuç olma ihtimali olmadığını görünce silahlı bir ayaklanma yolunu seçiyor. Santiago’da yaşanan karakol bombalaması ise esasında tam bir komedi. Planlar kusursuz gözükürken şöför Havana’lı olunca yolu şaşırıyor, alarmlar devreye giriyor ve fiyasko yaşanıyor. Ancak gene de şans yanlarında; askerler tam etraflarını çevirmiş infaz edeceklerken, başlarındaki Sarria isimli teğmenateş etmelerini engelliyor ve “Durun! fikirleri öldüremezsiniz” diye bağırıyor. Fidel ve Arkadaşlarının yaşamı kurtuluyor ama Sarria’nın kariyeri sona eriyor. Zaten Fidel’in ülkenin yönetimini eline geçirdiğinde yaptığı ilk icraat Sarria’nın hapisten çıkartılıp, yeni orduda bir görev verilmesi olmuş.
Şans gene Fidell’den yana olmuş hapisteyken. Batista rejimi olayı abartmaya başlayınca ABDli liberaller baskı kuruyor ve Fidel’de genel aftan faydalanıp dışarı çıkıyor. Batista’nın planı dışarda bir suikast düzenlemekken Fidel hızlı davranıp Meksika’ya kaçıyor.
Fidel ve Raul’un yolları Meksika’da Cienfuegos ve Che ile kesişiyor. İkisi de heyecanlı, delifişek gençler. Birlikte 3 sene boyunca planlarını oluşturuyorlar ve “Granma” isimli bir taka ile tekrar bağımsızlık mücadelesine girişmek için toplam 82 kişilik bir ekip olarak ülkeye dönüyorlar. Tabii Batissta buna hazırlıklı ve 2 gün içerisinde yapılan bir baskınla ekibin çoğu öldürülüyor.
Fidel’in şansı hala devam etmekte. Herkes bir yerlere dağılmışken o da iki arkadaşıyla beraber bir şeker kamışı tarlasında saklanıyor. Hatta askerler 1-2 adım mesafelerine kadar geliyor ama gene bir şekilde görülmüyorlar. Hayatta kalmayı başarmış 11 kişi tekrar birleşip Sierra Maestra dağlarına çıkıyor ve orada Batista’nın özel kuvvetlerinin bir türlü arayıp da bulamadığı bir sığınağa yerleşiyorlar. Bu kırılma noktasında dahi ayakta kalmaları esasında he Fidel sayesinde olmuş. Morallerin en bozuk olduğu noktada “Biz bu savaşı kazanacağız, esas savaş şimdi başlıyor” telkinleri grubun dağılmasını engellemiş.
Hükümet bu sefer yoketmeye kararlı, 10.000 kişilik bir orduyu toplamda 300’ü bulmuş gerillaların üzerine yolluyor. Destansı bir savunma sayesinde ordu başarısız oluyor ve ertesinde Camilo ve Ernesto hattı yarıp, biri kuzey diğeri de güneyden batıya ilerlemeye başlıyorlar.
Che efsanesi şu anda mezarının bulunduğu Santa Clara şehrinde başlıyor. Asker dolu bir treni 19 kişilik bir grupla durdurup ilk şehir savaşını kazanıyor. Gözükaralığı ve korkusuzluğu ile ismine şarkılar yazılarn, yaşayan bir efsane haline dönüşüyor. Artık dayanamayan Batista ülkeyi terkediyor.
Tabi hiçbir şey güllük gülistanlık değil. Savaşı kazanıyorlar ama ülkeyi nasıl yönetecekleri bir dert. denir ki toplantıda görev dağılımı yapacaklar ama kim neyi alacak belli değil. Fidel soruyor “Aramızda ekonomist var mı?”, Che el kaldırıyor ve ekonomi bakanı oluyor. Adam doktor ve devrimci, ülkenin dış borcu onun yönetiminde 3800 kat artıyor…. Hatta bunun esprisi yapılır; Che yanlış anlamış, Fidel’in komunist var mı diye sorduğunu sanmış denir.
İşin ilginç yanlarından biri esasında Fidel sosyalist bir devlet kurma derdinde değil, adamın tek derdi bağımsızlık ve Mustafa Kemal Atatürk’ü örnek aldığını defalarca ifade de etti medya organlarına. Ancak şartlar ülkeyi belki de istediğinin tam tersi bir yöne götürüyor.
Soğuk savaşın en sert yılları yaşanmakta. Amerika Kore faciasını yaşamış ve Vietnam’da savaş da tüm hızıyla sürüyor. O dönemde belki dünyanın en büyük şanslarından birisi demokrat ABD başkanı JFK. Kana susamış ABD güçlerini dizginleme çabasında ve CIA belki de kendisini Rusya ile yeni bir gerginliğe daha sokmak için Domuzlar körfezi çıkarmasını düzenliyor. ABD’de eğitilmiş 1400 kişilik özel birlik Küba’yı işgal için yola çıkıyorlar. Tabi bu olaylar öncesinde ülkede bir propaganda bombardımanı yaşanıyor ve yola çıkanlar Küba’da herkesin Amerikalılar gelecek de bizi kurtaracak hayaliyle beklediğini sanıyorlar.
O dönem belki de ABD tarafında gidenlerin rezil olacağını bilen sadece derin devlet. Askerlerin Amerikalılar tarafından eğitildiği de gizlice basına sızdırılıyor ve hükümet savaşa girmeğe zorlanıyor. Ama JFK gene de dirayetini koruyor ve savaşa girmiyor. Kısa bir süre sonra suikaste kurban gidiyor.
1400 kişiden 189’u çatışmalarda ölüyor ve geri kalanlar yargılanıyorlar. Burada Fidel’in politik dehası devreye giriyor ve özellikle yargılamayı tüm dünyaya açık bir şekilde yapıyor. Savaşı kaybeden anti-devrimcileri bir de fikirsel olarak rezil edip davalarının haklılığını tüm dünyaya ispatlama şansını yakalıyorlar.
Ülkenin sosyalist bir rejime geçişi de bu dönemde gerçekleşiyor. İlk saldırının ertesinde Küba’nın dünya da tek başına kalamayacağını anlayınca, Rusya’ya yanaşmaya başlıyorlar. Fidel Castro ölenlerin cenaze töreni esnasında Sosyalist bir yapı olmadan devrimin devam edemeyeceği görülmüştür beyanını yapıyor. Bu olay esasında devrimin de bitişinin beyanı. Bence ülkenin Ruslar veya Amerikalılar tarafından sömürülmesinin hiçbir farkı yok.
Ertesi sene yaşanan füze krizi artık Küba’nın tamamen Sovyetlerin bir uydusu olmasına sebep oluyor. Bu esasında ABD’nin de işine gelmekte. Çünkü daha Dünya haritasını bilmeyen, 50 km ötedeki şehri dahi merak etmeyen halkı çok kolay bir şekilde manipüle edebiliyorlar komünistler hemen sınırlarımıza kadar geldiler diye.
Tabi yaşanan bu süreç içlerinde de kopukluklara sebep oluyor. Fidel bir devlet adamı, Che ise tavizsiz bir romantik. Gerginlikler artınca ve Che’nin acımasız hareketleri halkın gözüne batmaya başlayınca tüm devlet görevlerinden el çektiriliyor ve o da kendi ideallerini gerçekleştirmek için yeni maceralara girişiyor.
O dönem Vietnam savaşı kızışmış ve ABD’de iç karışıklıklar başlamış durumda. Vietnam’da savaşan siyahlar ırk ayrımı nedeniyle orada olduklarının bilincindeler ve ülkede önce Martin Luther King ve sonra Malcolm X ile devam eden siyah hareketi başlıyor. Rusya’da ortalığı karıştırmak ve Kara Afrika kıtasındaki Beyaz Ülke olan Güney Afrika üzerinden yeni bir darbe vurmak için Che’yi Kongo’ya yolluyor. Başarılı olamıyor ve ülkeye geri dönüyor. Artık ülkeye zarar vermeye başlayınca da Fidel Küba vatandaşlığından ayrılmasını sağlıyor ve dönmemek üzere ülkeyi terkediyor Ernesto Che Guevera de la Serna. Bolivya’da öldürülünce de mezarı 90lı yıllara kadar da mezarı Küba’ya getirilmiyor.
Küba’nın günümüzdeki hale gelmesinin sebebi ise CAMECAN diye adlandırılan takas sisteminin çökmesi. Ekonomi iflas etmek üzereyken Fidel mecburi bir kararla ülkeyi 1993te turizme açıyor ve ülke o günden günümüze çorap söküğü gibi çözülmekte.
Benim edindiğim intiba ülke şu an kendi burjuvazisini yaratmaya çalışıyor. Belli bir süre sonra kapılar tamamen açılacak ve ülke 1959 öncesine dönecek o belli. En azından nüfusun bir kısmı ayakta kalabilsin diye uğraşıyorlar.
Şu ana kadar birçok eski sosyalist ülkeyi gezdim. Hepsinde halk aşırı bir fakirlik içindeyken, ülkenin politikacıları zengin olmuşlardı. Esasında bu sadece sosyalist ülkeler için değil gelişen tüm ekonomilerde geçerli neredeyse. Burada en azından Castro kardeşler ülkenin kendi kendisini kurtarması, küçük esnafın gelişmesi için proje geliştiriyorlar. 80 ve 90 yaşına gelmiş iki ihtiyar hala bu ülkeyi nasıl toparlarız derdindeler.
Sovyetler birliğinin çözülme emareleri başladığı dönemde Noam Chomsky Sovyetlerin ertesinde ulus devletlerin çökeceğini söylemişti. O dönem tabii ki anlamamıştık ne demek istediğini ama günümüzde tüm dünya da net görülüyor bu yaşananlar. Castro kardeşlere bir noktada acıyorum. Atatürk ülkesinin ne hale geldiğini görmedi en azından ama bu adamlar gözlerinin önünde mahvolan bir ülkeyle karşı karşıyalar. Tüm hayatlarını feda ettikleri idealleri artık yok olmak üzere…
Tulga Ozan/Gezgin